fbpx

Sepetim (0 Adet Ürün)

Sepetinizde ürün bulunmuyor.

Mağazaya Git
1500 TL Üzeri Alışverişlerinizde Kargo Ücretsiz!

İsimsizleştirilen Tanrıçalar

Kategori: Kültür & Sanat
Paylaş:

İran sineması şaheserlerinden “Leyla’nın Kardeşleri”… Adaletsiz bir dünyada kahramanımız  Leyla… Dört erkek kardeşine, yaşlı anne ve babasına bakarak hayatını geçiren, önce aile sonra da toplum içinde itelenen, emekleri görmezden gelinen, asla takdir edilmeyen kadın… Onu ötekileştiren her olay ve her insana karşı duygularını yavaş yavaş üzerinden atarak daha da bilgeleşen kadın… Elini kolunu bağlayan tüm dayatılara rağmen ailesinde tek gerçek iş sahibi olan da o; işsiz erkek kardeşlerini ve ailesini sefaletten kurtarmak için tüm mücadeleye hazır gözü de kara bir karakter olan da yine o.  

 Leyla’nın travmalarının altında babayı bulmak hiç de zor değil. Sefaletten başka bir şeyi olmayan ve hatta bir hayat gayesi de olmayan biri, İsmail. Leyla’nın vurucu sözleriyle ‘gece horul horul uyuyan, gündüz de gece horul horul uyumayı bekleyen’ biri. Hayatında hiç deniz görmemiş olmamasına rağmen başta kendine, sonra da çocuklarına deniz kenarına gittiği yalanını söylemiş ve zamanla gerçekliği olmayan dünyasına dört elle sarılmış bir erkek… Aslında bize hiç de uzak olmayan bir baba tiplemesi, yaşamayı ölmemek sanan… Hayatta sadece tek bir boş amaç için yaşayan; belki de ailesine hiç veremediği sevginin karşılığını saygı olarak geri beklemek… Babası için ‘dikkatlerini çekmek için o kadar çok uğraştı ki sonunda acımalarını kazandı’ der Perviz. Tüm yoksulluklarının içinde evlatlarını sefaletten kurtarmaya yardım etmek yerine, bir kuzen düğününde en çok altını takan kişi olmak için yarışan bir zavallı İsmail. İsmail’den daha zavallı bir karakter ise İsmail’in eşi, adını bile duymuyoruz filmde annenin. Erkek oğullarını Leyla’ya tercih eden, erkek fikrinin kadının kaderi olduğu, görüşüne razı olmuş bir kadın. Katı toplum normlarına boyun eğmiş kadının ta kendisi. Babanın portre bir fotoğrafını çeken Leyla’dan aynı talepte bulunduğunda ve aile fertleri tarafından reddedildiğinde hiç itirazsız kenarına çekilen kadın, o. Ne gerek vardır ki kadının yalnız bir karesinin olmasına, cenaze törenlerinde bile bir kadının resmini yakaya asmak yasaktır ne de olsa. Onun toplumda tek bir kimliği vardır yalnızca, anne… O cenazesinde yakalara resmi takılabilecek erkeği doğuran, gerçek adı lazım değil, kadın bedenidir sadece …

 ‘Tüm zenginlerin birbirini tanıdığını biliyor muydun? Sayıları az. Yoksullarsa birbirini tanımıyor ama kılıklarından ayırt ediliyor.’ diyor Leyla. Kendi ailesi adına fakirlik döngüsünü kırmakta kararlı. Onları da görünür kılmak için her mücadeleye hazır. Ama erkek kardeşleri onun kadar cesur değil. Öğrenilmiş çaresizlik ile yaşamlarına devam ediyorlar. Güzelliklerin onların ailesinden çok uzaklarda olduklarına o kadar eminler ki; doğrulukla para kazanmaktan dahi ümidini kesmiş yanlış işlere bulaşmış bir kardeş Manuçer, erkek evlat bulmak umuduyla sefalet içindeki hayatına bir sürü kız çocuğuna sahip olan Perviz, tüm sorunlarından kaçış yolunu düşünmekten vazgeçerek vücudunu geliştirmede ve dövüş sporlarında bulan Ferhad ve iyi bir karakteri olmasına rağmen verilmeyen bir yıllık maaşını dahi isteyemeyen çekingen Ali Rıza. Tüm bu kabullenişin içindeki erkeklere inat bir tek kadın var ve şu cümleyle özetliyor kardeşlerinin gerçeğini: ‘Nasıl düşüneceğin değil, ne düşüneceğin öğretildi sana.’ Bu güçlü kadının ailesi için çırpınışı, yine önce babasına sonra da ailenin diğer erkek bireylerinin engeline takılıyor. Çünkü babaların da hata yapabileceği gerçeğini görseler de ataerkil toplumun bilinç altına kazınmış babanın doğrusuna boyun eğme duygusuna yenik düşerek… Baskın kültürün içine işlenmiş, babalarının rızası olmayan bir işin hayır getiremeyeceği düşüncesi altında ezilip yok oluyorlar… Yine Leyla’nın sözlerinde yakalıyoruz köhne geleneklerin, atıl inanışların ağırlığını üzerimizdeki: ‘Bence ortada vasiyet bile yok. Varsa bile bu, ölü birinin hayatlarımıza hükmetmesine izin veriyoruz demektir.’ Ve evet maalesef kalıplaşmış toplum kuralları yine hükmediyor hayatlarına; Leyla evin erkekleri için olan savaşını onlara rağmen kazanmayı çok istese de savaşı kaybediyor. Temelleri daha da sarsılmış bir ilişki ve ekonomik sorunlar ile yaşamlarına geri dönüyorlar. Leyla yeniden evin mutfağında işlenmekte, baba salonda koltuğunda oturmakta ama babanın elindeki sigara boşa yanıyor, nefes ve kıpırtı yok artık… Leyla’nın ise yüzünde acı ile karışık bir gülümseme; tüm hayallerinin önünde bir duvar gibi duran bir baba figürünün kaybına duyulan rahatlama…. Tüm isimsizleştirilen kadınlar için acımasız ya da acımasız döngüye kafa tutmayı beceremeyen adları belli erkeklerinin kaybına karşı derinlerde duyulan acıma ile karışık ferahlama hissi…

Şimdinin herhangi bir Leylası, geçmişin Kültepe’sinin Kubaba’sı; Anadolu’sunun Kibele’si, Hepat’ı, Arinna’sı, Leto’su; Yunan anakarasının Rhea’sı; Mısır coğrafyasının İsis’i; Sümer’in Nanna’sı, Filistin’İn Mariamne’si; Hristiyanlığın Havva’sı ya da Meryem’i; aslında… Her kadın bir tanrıça; üretken, emektar, bilge ve savaşçı. İlk tohumu bulan, toprağı ilk işleyen ve dünyayı filizlendiren, filizine sevgi ve emek veren, yuva olan, koruyan, besin ve şifadır, kadın. Lanetliyordu belki de ana tanrıçalar insanlığı; kadının etrafına örüldükçe duvarlar, karartıldıkça pencereleri, kilitlendikçe kapıları üstüne… Cadı yaftası ile şifacı kadınlarını katleden Avrupa yarısından fazlasını kurban ediyordu kara ölüme… Leylasına kulak vermeyen aileler un ufak olup görünmez oluyorlardı, çevrelerinde… Kibelesini, Hepatını, Nannasını, İsisini unutan halklar hızla güçsüzleşiyor; kadınlarını tek tek isimsizleştirerek aslında tüm toplumlarını kimliksizleştiriyorlardı.

Hale Mutluoğlu

Kültür Sanat Editörü